Domatesin Kalbi


On dört yaşındayım ve okuldaki lakabım, ”Domates”

Seneler sonra gratislerde mratislerde yana döne arayacağımı bilmediğim allığı, yanaklarım kendi kendine üretiyor o dönem.

Hüzeyfe miydi neydi, tespite hükmedince o koyuverdi bu adı bana. Ne yazık ki tüm sınıf bu işi çok sevdi, herkes bana böyle hitap ediyor. Aslına bakarsanız Hüzeyfe’nin kulakları öne doğru biraz çıkık; saçları da nasıl desem, yani bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Bu verilerle skoru eşitleyesim geliyor hırsımdan. Ama duyduğu an hissedeceği şeye sebep olmaya tam olarak güç yetiremiyorum. Harikalığımın ucu o zamanlara dayanıyor. Ayrıca o neşeli surat, o üzgün ifadeyi yine de hak etmiyor. Hem bunlar onu böyle yaratan Allah’ın gücüne gider. Ne kadar ayıp. Hayır.

Ama çok üzgünüm, keşke böyle olmasa. Geri zekalılar. Ve maalesef haklılar. Çünkü sanırım biraz da şişkoyum; gerçek bir domates gibiyim.

İşte o ”sanırım” damından ”eminim” zeminine çakılmam, yine bir arkadaşımın desteğiyle oldu. Sağ olsun. Arkadaşlarım benden desteklerini esirgemezler. Birisi size ”Çekilsene şişko!” dese, kafanızda bu konuyla ilgili herhangi bir soru işareti kalmaz.

Artık kendinden emin bir domatesim, kırmızı ve yuvarlak. Ayrıca dişlerim vampir gibi, doğru söylüyorlar. O kadar haklılar ki. Saçlarımı örüp kurdele takmak süper bir fikir gibi gelmişti ama Türk filmindeki Feride’ye benziyorum evet. Kimse demedi ama ağzım da biraz yamuk galiba. Ellerim, tırnaklarım falan. Bir bütün olarak ne biçimim. Zorbalığına yandığım akranlarımın hepsi benden daha iyi görünüyor.

Sizi küçük yılan sürüsü.

Aslında annemin yaptığı nefis bisküvi pastasını görünce tüm olan biteni unutmasam, en azından şişkoluk işi rayına girecek. Ama unutuyorum, hiç aklıma bile gelmiyor. Çünkü 14 yaşındayken mevzu bisküvi pastasıysa gerisi teferruattır. Bence 28 yaşındayken de öyle. (Bu yazıyı düzenlerken 31 yaşındayım ve geride bıraktığım tüm yaşlarıma katılıyorum.) Ve halam bir mayalı poğaça yapıyor, yemesem nimete nankörlük bu. Teyzemin peynirli böreğinin ne demek olduğunu çeken bilir.

***

O günle bugün arasında, yani ergenliğimin sonuyla yetişkinliğimin başına tekabül eden senelerde durumlar biraz değişti. Yok biraz değil, epey değişti. Aşşırı ama böyle. Araya bir sürü insan, bir sürü fikir ve yorum, son olarak koca bir uçurum girdi. Aslında 16 yaşında 54 kiloyken, bu kez artık bir şişko olmadığımdan emindim. Öh yani gözünüz doysun! Sonra tam olarak ne oldu bilmiyorum, 19 yaşında 44 kiloyken emin olduğum tek şey, birkaç kilo verirsem daha iyi olacağıydı. Kafam hayırlı olsundu. (OLMADI)

Ve seneler içinde fikrimin değişmesine bilmemkaç doktor vesile olurken, içimin sayısız katmanlarını özenle katlayıp hizalamayı da öğrendim. Diğer yandan acayip kilolar biriktirdim.

Her şeyden önce siz bi susun yemin ederim döverim sizi artık.

İşte şimdi tam bir şişkoyum. Üzgünüm ama bunu hak ettiniz! Her bir mertekaresine kira ödediğim evimin hakkını verecek bir vücut yüzey alanım var, e şükür. Paramız vardı aldık. Ayrıca dişlerim hala vampir gibi, laf edenin kanını emerim. Ağzım da gözümle gayet uyum içinde, birini açınca ötekini yumuyorum.

Şaka şaka, yalan dedim, hiç yapar mıyım öyle şeyler? Onlar ne biçim şeyler. Onlara lüzum yok.

Daha ziyade, içinin katmanlarını özenle katlayıp hizalamam gereken iki insanla meşgulüm. Biri şimdilik bu mevzuları anlamıyor da, öteki okulla beraber janjanlı bir döneme girdi. Yani mesela, benim oğlan çocukçada tam bir dörtgöz! 

Başlarda bu mevzuyu dert edecek diye korktum. Çünkü bir ara ciddi ciddi, ”Bence gözlüksüz daha tatlıyım; ama göremiyorum ki!” diyordu. Şimdi ise kırmızı ve yuvarlak gözlüklere tam manasıyla aşık. Erkekler annesine benzeyeni seçiyor derler, biliyorsunuz bunları.

Bir dönem gelecek ve kendine daha farklı bir gözle bakıp acımasızca eleştirecek belki. Eh, ergenlik. Fakat süreçte esas mevzuyu kaçırmasın, kaçırmasınlar, bunu dilerim. Çünkü görünenin ardında daha başka şeyler aramak, bulmak ve biriktirmek gerçekten ciddi bir iş. Bir çocuğa öğretilmesi gereken temel şeylerden biri aynı zamanda. Kendimde aramam gerekenin ne olduğunu az zaman önce öğrenmişken, bir başkasına ne kadar öğretebilirim bilmiyorum. Yine de perdenin indiğine, ince bir gururla seviniyorum.



Surete takılıkalmak, dipsiz bir kuyu çünkü. Orada var olmaya ve birikmeye çalışmak, akla ve kalbe büyük ayıp. Oradan vurmak ise, korkunç bir gaflet.



Bazı şeylerin bir kısmı, hatta büyük bir kısmı görerek öğreniliyor. Yani bahçede oynayan çocuklara ”Acık sessiz olun len kemçük ağızlılar!” diye bağıran Hamiyet teyzenin torunu Burcu, kavga esnasında çok büyük ihtimalle ”Kes be koca burun!” diyecek. Fakat yüzüne yüzüne incitmek şöyle dursun, gıyabında suretini tarif ederken dahi ”pörtlek göz, kepçe kulak, peltek ağız, dişlek” gibi sıfatların çok yakışıksız olduğunu bilseydi, diliyle beraber kalbi de dengede durabilirdi. Bir başkasıyla beraber, kendinde aradığı şeyler daha nitelikli olabilirdi.

Çünkü dış görünüşle alayı silah edinmek, dış görünüşe övgüyü oksijene dönüştürür.

Fakat insanı yaşatan, inci gibi dişler, hokka gibi burunlar, ipek gibi saçlar, yay gibi kaşlar, gergin karınlar veya başka bıdı bıdılar değil. Yeri gelmişken Tolstoy’a cevap vereyim: İnsan kalbiyle yaşar kardeşim, bunda bu kadar sorgulayacak bir şey yok.

Bir Alişan değilim ama bence de herkes kalbinin ekmeğini yer. Midem kötü oldu, daha zarif şekilde bitireyim.

”Bir kalbiniz vardı, onu hatırlayınız.”

– Cahit Zarifoğlu –

***

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İyi Gün Anneleri Ve Kederli Brunch Partileri

Ok.

Akşama Kadar Ne Yapıyorsun Ki/İyiyim Oturuyorum